“Yaşamımızı, yokluğun huzurlu dinginliğini
gereksizce bozan bir ara bölüm olarak görebiliriz.”
Arthur Schopenhauer
Eda Çatalçam, Tiyatrocu / Eğitmen, Mavi Productions – Londra
Studio Oyuncuları’nda Şahika ve Esat Tekand’ın tedrisatından geçmiş ve
Tekand’ın sahne diline yakından tanıklık etmiş biri olarak, Yiğit Özşener’in
Battersea Arts Centre’da sahnelediği, Şahika Tekand’ın kaleminden çıkan Aşınma
oyununa giderken bir tür akıl oyununa maruz kalacağımı öngörüyordum.
Tekand’ın tiyatrosuna özgü o derin karanlıktan doğan “an”ları, ışıkla ve
sesle her defasında bozup yeniden kuran yapısına aşinaydım.
Ancak bu kez sahnede kalabalık bir koro ya da tiyatronun öğeleriyle birbirine
pas atan bir oyuncu topluluğu yoktu.
Bu kez tüm ağırlık, tüm enerjik ve çarpıcı ritim, tek bir bedene, Yiğit
Özşener’e yüklenmişti.
Seyirci olarak, oyun boyunca adeta bir laboratuvar deneyinin
içindeymişçesine, lokal ışıklarla aydınlatılan açık bir küpün ortasında,
sandalyesine mıhlanmış bir figürün zihinsel girdabını izledik.
Tekand’ın görünmeyen otoritesi sahnede bir gözetim aygıtı gibi konuşuyordu:
emir veriyor, yönlendiriyor, denetliyordu.
“Kollarını kavuştur.”
“Sağa dön.”
“Bacak bacak üstüne at.”
Bu ses, bir insana değil, sistemin içinde aşınmış, kendi varlığıyla bağı kopmuş
bir deneğe hitap ediyordu.
“Özşener hem sİstemİn ürünü hem de kurbanı halİne
geldİ”
Yiğit Özşener’in bedeni, o soğuk ışığın altında bir ölçüm aracına dönüşmüştü. Her
nefes, kontrolün bedende ne kadar yer ettiğini; her duraksama, itaat ile
direniş arasındaki o ince çizgiyi görünür kılıyordu.
Oyun ilerledikçe, Özşener hem sistemin ürünü hem de kurbanı haline geldi.
Artık bir karakter oynamıyor, sadece var kalmaya çalışıyordu.
Her kelime, manasız sesler bütünü; her sessizlik ise anlamın ve özgürlüğün
karanlığın neresinde olduğunu bulmaya çalıştığımız duraklardı artık.
“Artık ben de rol kİŞİSİ gİbİydİm”
Biz seyirciler, rol kişisiyle birlikte o kutunun içine sıkıştık.
Işığın ne zaman yanıp söneceğini, sesin ne zaman belireceğini bilemeden,
zamanın ve otoritenin denetimi altında kaldık.
Modern insanın korkunun gölgesinde titreşen kelimeleri, zaman zaman isyana
kalkışsa da hep aynı çemberin içinde yok olup gidiyordu.
Bir noktadan sonra, anlamı takip etmeyi bıraktım.
Çünkü her sorgunun ve her aranan cevabın kurgunun ötesine geçemeyeceğini fark
ettim.
Artık ben de rol kişisi gibiydim; oturduğum sandalyeye mıhlanmış, kafamın
içindeki seslerin izini süren, ötesine geçemeyen bir hayalet.
Varlığımın yokluğa eş olduğu, eyleme gücünün elimden alındığı, düşüncelerin
ağırlığında, balona sıkıştırılmış bir hava gibi etkisiz ve görünmeyen bir
varlık haline gelmiştim.
Yiğit Özşener’in rol kişisi, tüm bu hiçlik arasında durmadan konuşuyor;
duygularını bir yerlere asmış, geriye yalnızca korku ve kaygının kaldığı iki
boyutlu bir canlı türü gibi var olmaya çalışıyordu.
Sönen her ışıkla karanlığa ve yokluğa gömüleceğini biliyordu.
Ve oyunun, alıştığımız hikâyelerde olduğu gibi bir sona bağlanmaması, tam da
dekorun, ışığın ve seslerin vaat ettiği gibi, bizleri tekinsiz bir kurmacanın
içinde bırakıverdi.
Biz seyreyleyenler, oyun bitip salon ışıkları yandığında, artık üst üste sıralanan
kelime dalgalarına maruz kalmış, o dalgaların aşındırmasıyla yine yeniden devam
etmesi gerekenler olarak kalakalmıştık.






















